4 Temmuz 2009 Cumartesi

saturdays are my fave.


bugün börek yaptım, evet. yırtık yufkalara, elimin kararına ve hala dilinden anlayamadığım fırına rağmen çok da güzel oldu.

çamaşır, bulaşık, börek falan derken daha önce aile bloglarına karşı aşırı sempati duyduğumu sanırım söylemiştim. gün geçmiyor ki ben böyle bir blogla daha karşılaşmıyım.
http://hankandwillie.wordpress.com
işte bu adreste birbirinden dünya tatlısı iki çocuklu bir ailenin hayatından kesitler var. blogun sahibi anna'nın çok güzel fotoğraflar çekmesi, üstelik bugün twitter'da moontweet'ten mac kazanmış olması da cabası. kıskanmıyorum, hayır. hoşuma gidiyor böyle şeyler, hayatın tatlı yönleri.

bugün aylar sonra photobook'umu elime aldım. londra'dayken bir rutin haline getirmiştim her gece uyumadan rastgele bir fotoğrafçının sayfasını açıp okumayı ve araştırmayı. bugün şansıma jan saudek geldi.
http://www.saudek.com/en/jan/uvod.html
çoğunluktan farklı bir estetik anlayışı var saudek'in; özellikle kadın bedeni ve pencerelere çok ilgi duyduğunu fark ettim, hatta bir fotoğrafını hemen masaüstü resmim yaptım.

yağmur yağsın diye bekledim bütün gün, inadına daha da bastı hava. ama güzel bir gündü ve hala güzel kabul ediyorum. çamaşır makinesi durunca çamaşırları kim asacak, fırındaki tepsiyi kim yıkayacak birtek bunları merak ediyorum.

26 Haziran 2009 Cuma

rokeby venüsü ve michael jackson



güzellik bencildir. bencil olduğu kadar uzaktır. uzak olduğu kadar yalnız. yalnız olduğu kadar mutsuz. mutsuz olduğu kadar içli. içli olduğu kadar güzeldir.

velazquez'in günümüze kalan tek nü tablosu rokeby venüsünde olduğu gibi aynı, güzellik fludur. cazibe gerçektir, çekicilik, zerafet vardır. güzellik sistir. aynada yansıyan belirsiz ifadedir. ve bir yerlere dolanmış kurdeledir aşkın prangaları. sarayda birbirlerini boğdukları ipek urgan gibi kaygan, bir o kadar tehlikeli.güzelliğin olduğu yerde aşk vardır. aşkın içinde güzellik.
diğer venüs modellerinden farklı olarak kumral, hatları daha düz bir kadındır rokeby venüsü. ismi yoktur. sırtının güzelliği bir yana, gözlerindeki hüzün olduğumuz yerden seçilir aslında. oğlu cupido'nun tuttuğu aynada kendine değil, kendini izleyene bakar durur.
öyle umursamaz, yatarken kumaşların üstünde 1914'te et bıçağıyla darbelendi rokeby venüsü. kadınların oy hakkını savunurken art arda bıçakladı venüsü bir kadın. kendini yaralamak kadar acı ama gururlu bir işti yaptığı o zaman onun için, 6 ay hapse karşılık geldi ömründe. rokeby venüsü güzelliğini kaybetmedi yine de, yaralandığı kadar güzelleşti ve hatta onarıldı ama bıçak darbelerini hiç unutmadı.

michael jackson'ın öldüğünü öğrendiğimde saat sabahın 3üydü, dün gece. çok güzel bir gecenin sonuna yaklaşıyorduk. birkaç long island, bolca latin müzik, muhteşem haliç manzarası, çıplak ayakla dans derken karnımı kaşarlı tostla doyurup başımı yastığa huzurla koymayı umuyordum. bambi'de tvde gördüm sonra. "michael jackson öldü." benim kaşlarım düştü. çocukluğumdan beri gelen bir alışkanlık belki, çok hayran olmasam da hiçbir zaman, hep hayran olduğum bir adam. yetenekli, çekici ve güzellik hayranı. güzellik uğruna yaptırdığı kimsenin göze alamayacağı onca operasyon, cilt kanseri, onca iftira, söylenti, mahkeme, savaş, seviş, dövüş. sonra dört harf geriye, bambi'deki tvde: "öldü." benim içimdeyse çocuklarımın michael jackson'ı yeterince ve gereğince tanıyamayacaklarının kırık endişesi, neredeyse bir başka barış manço tecrübesi.

beynimin gün görmemiş bir kıvrımında rokeby venüsünün beline sarıldı michael jackson bir an. yüzlerini öptüler birbirlerinin. maske yoktu yüzlerinde. apaçıktı her şey ve en çıplak. acılar içinde güzelliği buldular birbirlerinde ve övdüler yaşamla ölüm arasındaki zamanı.



ışık içinde yat MJ, toprağın müziği kulağına çalınsın.

7 Haziran 2009 Pazar

27 Mayıs 2009 Çarşamba

viski

bir gün bir köpeğim olursa adını viski koyarım.
en güzel zamanımda, en çirkin zamanımda hep viski var/dı bardağımda

kalabalık bir camden town gecesinde mesela
eve hangi otobüsle döneceğimi düşünürken
yalnız odamda sonra
otururken
bir temmuz akşamı 12 metrekare oda kokteylinde
whateverla, tavukla, cipsle, kolayla, limonatayla
sincaplı bir masalda
sevgilimin koynunda
çarşafta belki
rüyamda hatta
tırnağımdan kirpiğime
sinirimde, sevincimde
mutluluğumda, nefretimde
hep viski vardı elimde.

"şşşt" dedim kendime "sus artık aşk yok"
"aşk yok, söylenme, dertlenme"
"sol tarafı boş yatağının"
"yok yok" dedim "sol bileğim"
yok derken bile
viski vardı masamda, ısınmış.

benden saklanıyor olmalı, belki de hiç sevmedi
bu kadar hatasız olabilirmişim, şaşıyorum şimdi
düşünüyorum
üzdüğüm herkesi
parlak ekranımda bir sinek, gözlerim yine dolu
geceleri zaman daha yavaş akıyor sanki
ne yapıyordur şimdi?

belki de viski
yok yok,
ama evet
sadece viski.

26 Mayıs 2009 Salı

uzak

"Uzak dur benden" dedi.
"Ne kadar uzak" diye soramadım.
Bir pirinç tanesi kadar mı, bir fersah mı, güneş mi, ay mı, gençlik mi, yarın mı, ne kadar uzak.
2 düşünce arası mı, geçmişle gelecek ya da bir kapı arası mı, iki göz arası mı, ne kadar uzak.
El elden ayrılır kokusu kalır, taş kayadan kopar dokusu kalır, cümle biter sorusu kalır, ama ne kadar uzak?
Sevmek mi daha zor unutmak mı, güvenmek mi zor boşvermek mi, inanmak mı zor vazgeçmek mi, gelmek mi zor kalmak mı, zor olan güzeldir, içli bir şarkı, ama ne kadar uzak.
Başım yana eğik, gözlerim dolu, papaz erik ve bir su bardağı rakı, penceremden görünen dağlar ve sabah, daha ne kadar uzak.
Küçüklüğümden beri parmaklarıma baktım, parmaklarım değişmiyor, acılar çekiyorum, sevinçler yaşıyorum parmaklarım değişmiyor, kulaklarım aynı ama gözlerim, ne kadar uzak.
Kıskançlık bir yangın olsun, sözleri birer köz, harlanıp duruyorum belki, gülüşü bir damla su, yine de ne kadar uzak.
Söylenen söz geri alınmaz, dil yarası geçmez, sevmekte gurur olmaz, ve şefkat, ne kadar uzak.
Bir sabaha karşıymış, buz gibi, önümüzde bir göl, bir deniz ya da bir okyanus, omuz omuzayız, ne kadar uzak.
Sevmek iplerini kaybetmekse şimdi, bir uçurtma gözden kayboldu gece vakti, bir yıldıza takıldı, şimdi mutlu belki ama bir çocuk çok ağladı ardından, ne kadar uzak.
"Uzak dur benden" dedi.
Sessizliğin onay sayıldığı bir yaşamaktı içimdeki o zaman, benim olmayan bir karar, bir şimşek, ağzımı açtım sesim çıkmadı, derler ki hiçbir ses kaybolmaz sonsuzda, sana aşkımı fısıldadığım sakin sıradan gece, kollarım boynuna dolanmış, ne kadar uzak.

23 Mayıs 2009 Cumartesi

erkekler

2 tür erkek vardır dünyada: kadınları seven ve kadınları sevmeyen.

kadınları seven erkek kadınlarla nasıl konuşması gerektiğini bilir, kadınların yanında nasıl davranacağını, onların coşkusunu, mutluluğunu, üzüntüsünü nasıl paylaşacağını bilir. kuralına göre oynar ve kazanır kendi içinde. karısı da mutlu olur nihayet, sevgilisi de, annesi de, kardeşi de, patronu da, arkadaşı da. etrafındaki bütün kadınlar memnundur hallerinden. ta ki gökten bir elma düşene kadar, bir cam kırılana kadar, ağızdan bir söz kaçana, değişmiş ses tonuna, yakalanmış zavallı bir mesaja kadar. o zaman bile kurtulur "kadınları seven" erkek, canı sıkılır belki, üzülür en fazla. ama arkasında kalan kadınlar kavgaya tutuşur. birbirlerini dinlemeden konuşmaya çabalarlar. birbirlerinin üstün özelliklerini, zayıf noktalarını, güzelliklerini ve çirkinliklerini bulmaya çalışırlar. erkek ise bir kadın dosta, yeni bir kadın arkadaşa sığınmıştır çoktan. zevktir, neşedir, zekadır, albenidir, karizmadır, eğlencedir, sıcaktır, tatlılık, yakınlık, yakışıklılık, sempatidir o.

kadınları sevmeyen erkekse diğeridir, kısaca yazdıklarımın dışında kalan her şey.

22 Mayıs 2009 Cuma

yazlık kışlık

eskiden büyük olay olurdu yazlık kışlık yapmak. aylarca giydiğimiz kazaklar hurçlanır, içine naftalin serpilirdi. ben hayranlıkla annemin yanında otururdum o hurçların fermuarını kapatmaya çalışırken, külotlu çoraba sıkıştırılmış bir tutam naftalin burnuma dayalı. sonra evimiz büyüdü, gardıroplarımız ayrıldı, küresel ısınma derken yazlık kışlık farkı ortadan kalkmaya başladı, biz kazaklarımızla tişörtlerimiz yan yana raflardayken onları izlemeye koyulduk.

ev başımızı soktuğumuz yer, korktuğumuzda sığındığımız yer, yorulunca geldiğimiz, ağladığımız, uyuduğumuz yer. benim evim neresi bilmiyorum esasen. evim içimde geziyorum sanki. dekorasyon dergilerine, dizilerdeki evlere, antikacılardaki koltuklara ve mağazalardaki plazmalara, kütüphanelere hayran oluyorum evet ama sahip değilim hiçbirine. hayallerini taşıyorum sadece.

izmir'deyim yine. annem yazlık kışlık yapıyor hala. gardırobunun yetmediğinden değil, kolaylık olsun diye. ben yine onu izliyorum. gözlerimde heyecan yok eskisi gibi, modern naftalin topları bile aynı kokmuyor sanki. küçük mavi bir hurç koyuyor önüme neden sonra. izmir'de kalmış birkaç parça yazlık eşyam içinde. hepsi yeni gibi, unuttuğum eteğim, özlediğim tişörtüm ve geçen yazlardan anılar bir bir düşüyor kucağıma. tuhaf bir melankoli o zaman, değişik hissediyorum. eski fotoğraflara bakmak gibi. her şey eskisi gibi, ama her şey değişmiş aslında. zamandan çok korkuyorum.

daha geçen seneki fotoğraflarımda bile o kadar farklıyım ki.
her geçen gün biraz daha durgunlaşıyorum sanki.
büyüyorum, sakinleşiyorum, olgunlaşıyorum.
mutluluk anlamaktır, demiş stephen hawking.
ben anlıyorum ve mutsuzum.