4 Temmuz 2009 Cumartesi

saturdays are my fave.


bugün börek yaptım, evet. yırtık yufkalara, elimin kararına ve hala dilinden anlayamadığım fırına rağmen çok da güzel oldu.

çamaşır, bulaşık, börek falan derken daha önce aile bloglarına karşı aşırı sempati duyduğumu sanırım söylemiştim. gün geçmiyor ki ben böyle bir blogla daha karşılaşmıyım.
http://hankandwillie.wordpress.com
işte bu adreste birbirinden dünya tatlısı iki çocuklu bir ailenin hayatından kesitler var. blogun sahibi anna'nın çok güzel fotoğraflar çekmesi, üstelik bugün twitter'da moontweet'ten mac kazanmış olması da cabası. kıskanmıyorum, hayır. hoşuma gidiyor böyle şeyler, hayatın tatlı yönleri.

bugün aylar sonra photobook'umu elime aldım. londra'dayken bir rutin haline getirmiştim her gece uyumadan rastgele bir fotoğrafçının sayfasını açıp okumayı ve araştırmayı. bugün şansıma jan saudek geldi.
http://www.saudek.com/en/jan/uvod.html
çoğunluktan farklı bir estetik anlayışı var saudek'in; özellikle kadın bedeni ve pencerelere çok ilgi duyduğunu fark ettim, hatta bir fotoğrafını hemen masaüstü resmim yaptım.

yağmur yağsın diye bekledim bütün gün, inadına daha da bastı hava. ama güzel bir gündü ve hala güzel kabul ediyorum. çamaşır makinesi durunca çamaşırları kim asacak, fırındaki tepsiyi kim yıkayacak birtek bunları merak ediyorum.

26 Haziran 2009 Cuma

rokeby venüsü ve michael jackson



güzellik bencildir. bencil olduğu kadar uzaktır. uzak olduğu kadar yalnız. yalnız olduğu kadar mutsuz. mutsuz olduğu kadar içli. içli olduğu kadar güzeldir.

velazquez'in günümüze kalan tek nü tablosu rokeby venüsünde olduğu gibi aynı, güzellik fludur. cazibe gerçektir, çekicilik, zerafet vardır. güzellik sistir. aynada yansıyan belirsiz ifadedir. ve bir yerlere dolanmış kurdeledir aşkın prangaları. sarayda birbirlerini boğdukları ipek urgan gibi kaygan, bir o kadar tehlikeli.güzelliğin olduğu yerde aşk vardır. aşkın içinde güzellik.
diğer venüs modellerinden farklı olarak kumral, hatları daha düz bir kadındır rokeby venüsü. ismi yoktur. sırtının güzelliği bir yana, gözlerindeki hüzün olduğumuz yerden seçilir aslında. oğlu cupido'nun tuttuğu aynada kendine değil, kendini izleyene bakar durur.
öyle umursamaz, yatarken kumaşların üstünde 1914'te et bıçağıyla darbelendi rokeby venüsü. kadınların oy hakkını savunurken art arda bıçakladı venüsü bir kadın. kendini yaralamak kadar acı ama gururlu bir işti yaptığı o zaman onun için, 6 ay hapse karşılık geldi ömründe. rokeby venüsü güzelliğini kaybetmedi yine de, yaralandığı kadar güzelleşti ve hatta onarıldı ama bıçak darbelerini hiç unutmadı.

michael jackson'ın öldüğünü öğrendiğimde saat sabahın 3üydü, dün gece. çok güzel bir gecenin sonuna yaklaşıyorduk. birkaç long island, bolca latin müzik, muhteşem haliç manzarası, çıplak ayakla dans derken karnımı kaşarlı tostla doyurup başımı yastığa huzurla koymayı umuyordum. bambi'de tvde gördüm sonra. "michael jackson öldü." benim kaşlarım düştü. çocukluğumdan beri gelen bir alışkanlık belki, çok hayran olmasam da hiçbir zaman, hep hayran olduğum bir adam. yetenekli, çekici ve güzellik hayranı. güzellik uğruna yaptırdığı kimsenin göze alamayacağı onca operasyon, cilt kanseri, onca iftira, söylenti, mahkeme, savaş, seviş, dövüş. sonra dört harf geriye, bambi'deki tvde: "öldü." benim içimdeyse çocuklarımın michael jackson'ı yeterince ve gereğince tanıyamayacaklarının kırık endişesi, neredeyse bir başka barış manço tecrübesi.

beynimin gün görmemiş bir kıvrımında rokeby venüsünün beline sarıldı michael jackson bir an. yüzlerini öptüler birbirlerinin. maske yoktu yüzlerinde. apaçıktı her şey ve en çıplak. acılar içinde güzelliği buldular birbirlerinde ve övdüler yaşamla ölüm arasındaki zamanı.



ışık içinde yat MJ, toprağın müziği kulağına çalınsın.

7 Haziran 2009 Pazar

27 Mayıs 2009 Çarşamba

viski

bir gün bir köpeğim olursa adını viski koyarım.
en güzel zamanımda, en çirkin zamanımda hep viski var/dı bardağımda

kalabalık bir camden town gecesinde mesela
eve hangi otobüsle döneceğimi düşünürken
yalnız odamda sonra
otururken
bir temmuz akşamı 12 metrekare oda kokteylinde
whateverla, tavukla, cipsle, kolayla, limonatayla
sincaplı bir masalda
sevgilimin koynunda
çarşafta belki
rüyamda hatta
tırnağımdan kirpiğime
sinirimde, sevincimde
mutluluğumda, nefretimde
hep viski vardı elimde.

"şşşt" dedim kendime "sus artık aşk yok"
"aşk yok, söylenme, dertlenme"
"sol tarafı boş yatağının"
"yok yok" dedim "sol bileğim"
yok derken bile
viski vardı masamda, ısınmış.

benden saklanıyor olmalı, belki de hiç sevmedi
bu kadar hatasız olabilirmişim, şaşıyorum şimdi
düşünüyorum
üzdüğüm herkesi
parlak ekranımda bir sinek, gözlerim yine dolu
geceleri zaman daha yavaş akıyor sanki
ne yapıyordur şimdi?

belki de viski
yok yok,
ama evet
sadece viski.

26 Mayıs 2009 Salı

uzak

"Uzak dur benden" dedi.
"Ne kadar uzak" diye soramadım.
Bir pirinç tanesi kadar mı, bir fersah mı, güneş mi, ay mı, gençlik mi, yarın mı, ne kadar uzak.
2 düşünce arası mı, geçmişle gelecek ya da bir kapı arası mı, iki göz arası mı, ne kadar uzak.
El elden ayrılır kokusu kalır, taş kayadan kopar dokusu kalır, cümle biter sorusu kalır, ama ne kadar uzak?
Sevmek mi daha zor unutmak mı, güvenmek mi zor boşvermek mi, inanmak mı zor vazgeçmek mi, gelmek mi zor kalmak mı, zor olan güzeldir, içli bir şarkı, ama ne kadar uzak.
Başım yana eğik, gözlerim dolu, papaz erik ve bir su bardağı rakı, penceremden görünen dağlar ve sabah, daha ne kadar uzak.
Küçüklüğümden beri parmaklarıma baktım, parmaklarım değişmiyor, acılar çekiyorum, sevinçler yaşıyorum parmaklarım değişmiyor, kulaklarım aynı ama gözlerim, ne kadar uzak.
Kıskançlık bir yangın olsun, sözleri birer köz, harlanıp duruyorum belki, gülüşü bir damla su, yine de ne kadar uzak.
Söylenen söz geri alınmaz, dil yarası geçmez, sevmekte gurur olmaz, ve şefkat, ne kadar uzak.
Bir sabaha karşıymış, buz gibi, önümüzde bir göl, bir deniz ya da bir okyanus, omuz omuzayız, ne kadar uzak.
Sevmek iplerini kaybetmekse şimdi, bir uçurtma gözden kayboldu gece vakti, bir yıldıza takıldı, şimdi mutlu belki ama bir çocuk çok ağladı ardından, ne kadar uzak.
"Uzak dur benden" dedi.
Sessizliğin onay sayıldığı bir yaşamaktı içimdeki o zaman, benim olmayan bir karar, bir şimşek, ağzımı açtım sesim çıkmadı, derler ki hiçbir ses kaybolmaz sonsuzda, sana aşkımı fısıldadığım sakin sıradan gece, kollarım boynuna dolanmış, ne kadar uzak.

23 Mayıs 2009 Cumartesi

erkekler

2 tür erkek vardır dünyada: kadınları seven ve kadınları sevmeyen.

kadınları seven erkek kadınlarla nasıl konuşması gerektiğini bilir, kadınların yanında nasıl davranacağını, onların coşkusunu, mutluluğunu, üzüntüsünü nasıl paylaşacağını bilir. kuralına göre oynar ve kazanır kendi içinde. karısı da mutlu olur nihayet, sevgilisi de, annesi de, kardeşi de, patronu da, arkadaşı da. etrafındaki bütün kadınlar memnundur hallerinden. ta ki gökten bir elma düşene kadar, bir cam kırılana kadar, ağızdan bir söz kaçana, değişmiş ses tonuna, yakalanmış zavallı bir mesaja kadar. o zaman bile kurtulur "kadınları seven" erkek, canı sıkılır belki, üzülür en fazla. ama arkasında kalan kadınlar kavgaya tutuşur. birbirlerini dinlemeden konuşmaya çabalarlar. birbirlerinin üstün özelliklerini, zayıf noktalarını, güzelliklerini ve çirkinliklerini bulmaya çalışırlar. erkek ise bir kadın dosta, yeni bir kadın arkadaşa sığınmıştır çoktan. zevktir, neşedir, zekadır, albenidir, karizmadır, eğlencedir, sıcaktır, tatlılık, yakınlık, yakışıklılık, sempatidir o.

kadınları sevmeyen erkekse diğeridir, kısaca yazdıklarımın dışında kalan her şey.

22 Mayıs 2009 Cuma

yazlık kışlık

eskiden büyük olay olurdu yazlık kışlık yapmak. aylarca giydiğimiz kazaklar hurçlanır, içine naftalin serpilirdi. ben hayranlıkla annemin yanında otururdum o hurçların fermuarını kapatmaya çalışırken, külotlu çoraba sıkıştırılmış bir tutam naftalin burnuma dayalı. sonra evimiz büyüdü, gardıroplarımız ayrıldı, küresel ısınma derken yazlık kışlık farkı ortadan kalkmaya başladı, biz kazaklarımızla tişörtlerimiz yan yana raflardayken onları izlemeye koyulduk.

ev başımızı soktuğumuz yer, korktuğumuzda sığındığımız yer, yorulunca geldiğimiz, ağladığımız, uyuduğumuz yer. benim evim neresi bilmiyorum esasen. evim içimde geziyorum sanki. dekorasyon dergilerine, dizilerdeki evlere, antikacılardaki koltuklara ve mağazalardaki plazmalara, kütüphanelere hayran oluyorum evet ama sahip değilim hiçbirine. hayallerini taşıyorum sadece.

izmir'deyim yine. annem yazlık kışlık yapıyor hala. gardırobunun yetmediğinden değil, kolaylık olsun diye. ben yine onu izliyorum. gözlerimde heyecan yok eskisi gibi, modern naftalin topları bile aynı kokmuyor sanki. küçük mavi bir hurç koyuyor önüme neden sonra. izmir'de kalmış birkaç parça yazlık eşyam içinde. hepsi yeni gibi, unuttuğum eteğim, özlediğim tişörtüm ve geçen yazlardan anılar bir bir düşüyor kucağıma. tuhaf bir melankoli o zaman, değişik hissediyorum. eski fotoğraflara bakmak gibi. her şey eskisi gibi, ama her şey değişmiş aslında. zamandan çok korkuyorum.

daha geçen seneki fotoğraflarımda bile o kadar farklıyım ki.
her geçen gün biraz daha durgunlaşıyorum sanki.
büyüyorum, sakinleşiyorum, olgunlaşıyorum.
mutluluk anlamaktır, demiş stephen hawking.
ben anlıyorum ve mutsuzum.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

beklemek o kadar garip bir şey ki.
zaman gibi.
farkında olmadan geçen yıllar ve saydığım saniyeler. nefesimi tutabildiğim 45 saniye ve 23 yıl yerin üstünde geçirdiğim. beklemekten yorulmadığım ve beklenene kavuştuğum an başka bir şey beklediğim; hatta neyi beklediğimi bilmediğim zaman dilimleri.

aylar olmuştu, evimden uzaktım. evim kabul ettiğim odalardan. çiçekli çarşaflarımdan, kırık duvarlarımdan, kütüphanemden, yeşil fayanslı banyomdan, çekmecelerimden. aylar içime işlemişti özlemekten. gün saydım dönmek için.
döndüğüm an anladım hiçbir şeyin değişmediğini o evde.
halının saçakları aynı, kulpu kırık kupam aynı, gardırobumun kapağı oynak. kitaplarım aynı şekilde sıralı, mumlarım aynı oranda yanık. aylar geçmemiş sanki, ev de durmuş ve beni beklemiş gibi. benim onu beklediğim gibi. içinde ben olmayan hareketlere rağmen, güneşe ve kara, kişilere ve zamana rağmen.

ev de insan gibi özler ve bekler mi?

12 Mayıs 2009 Salı

"the reader"


"I'm not frightened. I'm not frightened of anything. The more I suffer, the more I love. Danger will only increase my love. It will sharpen it, forgive its vice. I will be the only angel you need. You will leave life even more beautiful than you ended it. Heaven will take you back and look at you and say: Only one thing can make a soul complete and that thing is love."

1 Mayıs 2009 Cuma

şeyler

bazı şeyler değişir, bazı şeyler aynı kalır. bazı şeylerin değiştiğini kabul edemezken insan, bazı şeylerin aynı kaldığına inanmaz. ama değişebilen şeyler de önemlidir aynı kalan şeyler kadar.

bazı şeyler unutulur. bazı şeyler unutulmaz. bazı şeylerin unutulduğunu itiraf edemezken insan, bazı şeylerin unutulmadığına şaşar. nihayet unutulan şeyler de gerçektir unutulmayan şeyler kadar.

bazı şeyler konuşulur. bazı şeyler konuşulmaz. bazı şeylerin konuşulması gerektiğini düşünürken insan bazı şeylerin konuşulmaması gerektiğini savunur. ama konuşulmayan şeyler de değerlidir en az konuşulan şeyler kadar.

29 Nisan 2009 Çarşamba

bahar hakkında yazmak için geç kalmış sayılırım. ama bahar da geç kalır her zaman. ümidi kestiğimiz serin, sıradan bir sabah aylardır çıplak duran bir ağacın pembe beyaz çiçeğinde gösterir kendisini. ansızın.
endişe dolu bir mutluluktur o, sıkıntılı bir heyecan. karışık duygularla sürer gider bir zaman. güneşliyken hava yağmur bastırır birden. bulutların arasından güneş açar sonra yeniden.
ve her zaman kısadır bahar. yetmez hiç.

bu sefer de yetmeyecek, anladım.

25 Nisan 2009 Cumartesi

insanlık hali

ankara'da olduğum günlerde simen'le birkaç dost kitabevi çılgınlığı yaşamış, yine de kendime hakim, irademe hayran olmuştum. sade siyah albüm kapağından gözünü bana dikmiş teoman ve son albümü "insanlık halleri" vardı. "hayır, hayır, şimdi değil sonra" dedim. her şeyin zamanı vardır. bazı şeyler zamanından önce gelir, bazı şeyler zamanından sonra. yine de her şeyin bir zamanı vardır.
bugün 12 punto topuklarımın üstünde canım acımaya başlamışken teoman yine dikti gözlerini bana. doğru zamanmış, yanlış mekanmış düşünmeden aldım albümü. cumartesi gecesi ateşini yaktım göğsümün ortasında. "pijamalarımı giyerim, bir şişe şarap açarım, yatağıma girerim, dinlerim" dedim. radyoda duyduğum çoban yıldızı zaten yakalamıştı bir yerden beni. albümün kalanı da en az onun kadar iyi. her şarkı bir masal, bir öykü, bir roman. her şarkı başka bir dünya sanki. ve ben kendimi o dünyaların her birinde yeniden bulma lüksüne sahibim, evet.

"bir gün nehir yataklarına dolarsam, korkarım
suyumun çoğu senden yana akacak."

"şimdi ölmek istemem
kalbine dokunmadan."

"bir şey olacağı yok ama
insan bekliyor... bekliyor işte."

"belki de her şey bitince
bir şey başlardı."

"aşk da basit, pişmanlık da, hayat hoyrat bu zamanda
şahin kuşa, kuzgun leşe, ben değil bu dünya fahişe."

"bugün parkta oturdum
seyrettim çocukları
yağmur düştüğünde
hiçbiri kaçmadı."

"ihtimalsiz bir hayal yok ki dünyada."

...

mavi kuş ile küçük kız, uçurtmalar falan. ve daha nice yazmış teoman, burda anlatamam.
çok sevdim ama.
candan duydum.
bayıldım.

21 Nisan 2009 Salı

bir gün kapı çalınır.
içerideki dışarıdakine "kim o?" der.
dışarıdaki yanıtlar: "benim."
"iki tane ben'e yer yok burda." der içerideki.
kapıyı da açmaz.
dışarıdaki tekrar gelir.
bu kez "senim" diye cevaplar soruyu.
ve kapı açılır.

20 Nisan 2009 Pazartesi

"anna karenina"dan

"şimdi bir köprüden sakin bir şekilde geçerken birdenbire köprünün yıkık ve aşağıda da bir uçurum olduğunu fark eden bir adamınkine benzer bir his duyuyordu. uçurum hayatın kendisiydi, köprüyse alexey alexandrovitch'in yaşadığı yapay hayat."

tolstoy

19 Nisan 2009 Pazar

a big cone of sadness

"bir şey için ne kadar çabalarsanız, o kadar beceremiyorsunuz." diye yazmış simen.
belki üstüne söylencek tek bir şey daha yok.

isyan da etmek istemiyorum, ama
herkes güzel göründüğümü söylerken neden boğuluyorum gözlerimdeki hüzünde?
neden zevk alamıyorum hiçbir şeyden?
herkes önüne bakarken neden yüzümü göğe çevirip kuşları kıskanıyorum?
ne zaman iyi olcak herşey?

bugün bir demet papatya aldım kucağıma, oturdum toprağa. seviyor sevmiyor, seviyor çıkana kadar dedim, ellerime ot kokusu sindi sonra. papatyaları bile ben inandırmaya çalıştım sevildiğime. sevgiden çok şey umuyorum belki de. insan ne yapsa değiştiremiyor özünü.

ama sözlerine bile küsebilir mi benim gibi, söylediklerinin anlamsız olduğunu böyle derinden fark edebilir mi insan?
televizyonda "bahar geldi" haberinde istanbul'u gördüğünde ağlayabilir mi?
ve benim gibi imkansızlık bahçesine ekilmiş umudun çiçek vermesini bekleyebilir mi sabırla?

mutlu görünmeye çalışmaktan sıkıldım ben.
günleri gecelere bağlamaktan, geceleri günlere eklemekten yoruldum.
ve kötü olan, tünelin sonunda ışık yok bu sefer.
şıklarda doğru seçenek yok.
çıkış yok.
yok.

15 Nisan 2009 Çarşamba

sevgilisinin doğumgünü hediyesini hazırlarken eli ayağına dolaşan bir adam düşünün,
ofiste çizgilerini renklendirmeye çalışan
kış ortasında güneş açmış olsun.
nice anlam yüklenmiş bir yüzük daraltılsın bir başka yerde
ölçü aldığı yüzüğü kızın hangi parmağına taktığına dikkat etmemiş olsun çocuk
serin bir yaz akşamı olsun o da.
yan yana oturmuş bir çift olsun, kumsalda
kumun içinde ayaklarıyla oynasınlar, gülerek
sımsıcak bir akşamüstü.
kıskançlığı, öfkeyi, hiddeti unutun
bir mum ışığı düşünün, titrek
el ele, diz dize, göz göze hep
herkesin bildiği, ama kimsenin anlamadığı bir dil konuşsun iki ağız
20 parmak kenetlenmiş olsun
aynı yastıkta farklı 2 saç
aynı tabakta 2 çatal ya da 2 tabak 1 kaşık
yer ve zamandan bağımsız
rio olsun, antananarivo ve/ veya İstanbul
karanlık ortaçağ ya da bugün-yarın olmazsa
bir tek pembe karanfil düşünün
sevdiceğe koşulan yolda buketten ayrılıp yere düşmüş
boynu kırık.

14 Nisan 2009 Salı

iki başına yalnızlık

“Gözlerime bak” dedin.
Gözlerine baktım. Gözlerinde gözlerim. Gözlerinde gözlerimdeki gözlerin. Yalnızım. Gözlerinde gözlerimden başka bir şey yok.
“Elimi tut” dedin.
Elini tuttum, sıcacıktı. Elinde elim. Parmaklarında parmaklarım. Yalnızım. Elinde elimden başka bir şey yok.
“Konuş” dedin.
Konuştum. Hayallerimden bahsettim, çocukluğumdan, uzak ülkelerden, sessizliğin güzelliğinden. Gözlerinde gözlerim, elinde elim, kulaklarında sesim. Yalnızım.
“Sus” dedin.
Sustum. Önce sesim kayboldu. Elim elinden çekildi. Sonra gözlerim gözlerinden. Başımı omzuna dayadım.Uçup konan güvercinlere baktım. Güvercinler, uçup konan. Başım omzunda, sıcacık. Yalnızım.

Sen de yalnızsın. Düşündün; ama söylemedin. Dudağında kırık bir gülümseme, güvercinleri besledin. Sana baktım, yüzünün çizgileri apaçık ortadaydı. Konuştun, duymadım. Yalnızım. Yalnızsın.
Hava çok soğuktu. İyice sokuldum sana. Hoşuna gitmediğini bildiğim halde koluna girdim. Başım omzunda. Yaşlı bir ağacın altındaki bir banka oturduk. Ağaç yalnız, bank yalnız, biz yalnız. Sokak sessiz. Sen güvercinleri izledin, ben seni. Güneş yoktu. Ben bulutları izledim, sen beni. Şehrin üstündeki kederli örtüye sarındık. Bizi örttü. Elmayı ve armudu. İyiyi ve kötüyü. Umudu ve korkuyu. Sevgiyi ve öfkeyi. Sıcacık.

“Sev” dedin.
Sevdim. Sende sevgim. Sende sevgimdeki sen. Yalnızım. Sende sevgimden başka bir şey yok.

10.12.07

13 Nisan 2009 Pazartesi

yara


"her yara kendi ışığını saçar
der cerrahlar
bütün lambalarını söndürsen evin
pansuman yapabilirmişsin yaraya
kendinden ışıyanla."

anne carson - "kocanın güzelliği"

düşünürdüm çok
hayal etmenin hayal olmadığı zamanlarda
hep yağmurlu günlerde ve güneşli sabahlarda
bir yaram olsa kabuğunu sana verirdim elbet o zaman
eskiden öyle yaparmış aşıklar
yazık şimdi
artık ne ben kanıyorum
ne sen
insan canının acımadığına
ancak bu kadar üzülebilir, inan
sıkılma ama
güneş battığı zaman yıldızlar parlar.

her gören ağladı, kalbini bağladı

haftasonu ankaradaydım.
görüntüde marka zirvesine katılmak için, özünde simen'le kavuşmak, söz oldukça acı azılır'ı bir kez daha kanıtlamak, tebdil-i mekandaki ferahlığı görmek için gitmiştim.
zamanın akıcılığını, günlerin kısalığını, yerinden kalkmadan konuşan kırmızı saçlı kadını, pahalı taksileri sevmedim.
ama bilkent üniversitesi'ni sevdim, güldüm, eğlenceli insanlarla tanıştım, profesyonel anlamda motive oldum, çimenliğe bakan bir yurt odasında kaldım, gerçekten çok güldüm, güzel yemekler yedim, dertleştim, yalnızlığımı kabullenmiş olsam da yalnız olmadığımı hissettim.
(aşk markalarını communiquer ettim bebişim :)
hayatın küçük, spontane gelişen olaylarını; 5. dakikayı beklemeden gönlünü açan insanları, arjantin yokuşunu, yorgunluk şarabını, dost kitabevini, bilkent'in ringini ve baharı sevdim.
hala ismini öğrenememiş olsam da her yerde gördüğüm pembe çiçekli, yapraksız ağacı sevdim. aylarca kıpırtısız durmuş çıplak dallarını pembe çiçeklerle donatmış o cesur, sessiz, umutlu ağacı.

9 Nisan 2009 Perşembe

uğurböceği

geçen hafta bir uğurböceği kondu ofisteki camıma, içeri alamadım onu o sırada, talihsizliğime yandım. bir uğurböceği vardı evet, çok yakındı. parmağımda tutup dilekler dileyebilirdim, şansıma inanarak şarkı söyleyip rüzgara salabilirdim. ama yapmadım. camın diğer tarafındaydı.
sonra yağmur fırtına oldu. rüzgar sert esti, cama vurdu damlalar. ben bir an uğurböceğini hatırlayıp irkildim.

biraz önce dertli dertli körfeze bakarken bilmemkaçıncı kez, uğurböceği kondu cama. pencereyi açamazdım. işaret parmağımı camın üstünden bastım, gözlerimi kapattım, dileklerimi diledim ve uçurdum uğurböceğimi.

uç uç böceğim
annen sana terlik pabuç alacak.

6 Nisan 2009 Pazartesi

"iklimler"den

"daha mutlu olmasını istediğimiz bir geçmişi yadsıyarak onu yeni karşılaştığımız insanlar için değiştirebileceğimizi ummamız bu insanların çekiciliğinden ileri gelir."

"kadınlar bedenlerini nasıl verirlerse, erkekler de ruhlarını öyle verirler: bölge bölge, en açıktan en gizliye doğru."

"yaşam hepimize aşkta alçakgönüllülüğün kolay olduğunu öğretir. bazı bazı en nasipsizler beğenilir; en çekiciler başarısızlığa uğrar."

"erkeklerin beğenileri, yaşamlarından gelip geçmiş kadınların bulanık , birbirine karışmış imgelerini sakladığı gibi, kadınların kafası da kendilerini sevmiş olan erkeklerin birbiri ardına getirdiği tortulardan oluşmuştur, çoğu zaman bir kadının bize çektirdiği korkunç acılar, başka birinde uyandırdığımız aşkın dolaylı yıkımının nedeni olur."

"en güzeli, onunla birlikte olunca, o olmayan herşeyi küçümsemem, onun da ben olmayan herşeyi küçümsemesi."

"biz gerçek olduğuna inandıktan sonra, aldığımız haz yalancı olmuş olmamış, ne çıkar..."

"belki de insanları en çok bölen şey, kimilerinin herşeyden önce geçmişte, kimilerinin de yalnızca içinde bulundukları anda yaşamalarıdır."

"bir kadının bizde uyandırabileceği düşkırıklıklarının en kötüsü, bizi rakiple düşkırıklığına uğratmasıdır."

"kadınlar birer büyük çocuktur. masal duygularını yitirmemişlerdir. hem onlar için gerçek yaşamın çerçevesi öylesine dardır ki, hep sıyrılmak isterler bundan."

"insan, karşısındakinin tüm yaşamını durmamacasına yenilenen bir zenginlikle doldurmasını bilmiyorsa , sevilen varlığı kendimize bağlamamız için büyük bir aşk yetmez."

"elimdekinden fazlasını yitirdim."

"bana hepsinden korkunç gelen şey, bir gün hiç kuşkusuz acımın da öleceği."

"çok iyi, yani şöyle böyle giden bir aşk zordur, ama yürümeyen bir aşk cehennemdir."

"sizde sevdiğim: sizde sevmediğim."

"bir hanım şövalye b.'ye şöyle diyormuş: 'sizde sevdiğim... ah, madam diye sözünü kesmiş adam, neyimi sevdiğinizi biliyorsanız, yandım...'"

"yaşamı daraltan, onu herkesle paylaşmaktır."

"mutluluk hiçbir zaman kımıltısız değildir, mutluluk kaygı içinde bir duraklamadır."

"duygularımız duygularımızın heykelleridir çoğu zaman."

"kusursuz bir kadın vardır. yanlış. yanyana iki insan, dalgaların oynattığı iki kayık gibidir; gövdeleri çarpıştıkça inler."

andré maurois

there is always hope.













bir çiçeğin en güzel koktuğu zaman solmaya en yakın olduğu zamandır.
kuşların şarkıları en iyi gecenin sessizliğinde duyulur.
ve deniz en sıcakken, mevsim sonbahardır.

istanbul film festivali'ni ikinci kez kaçırıyorum. geçen sene londra'daydım, bu sene izmir'deyim, seneye kimbilir neredeyim. birkaç sene önce nasıl heyecanla bilet aldığımı, tüm günlerimi taksim'de geçirdiğimi hatırlıyorum, özlüyorum üstelik. akbank sanat'ın yaptığı reklam da bir damla yaş parlattı gözpınarımda. 1 senede değişen ve değişmeyen şeyler üstüne düşündüm. 1 senede çok şey değişti ve hiçbir şey de değişmedi aslında. daha buruk, daha olgun, daha sessiz, daha sakinim. değişmeyen şey umut. küçülüyor, büyüyor bazen ama değişmiyor işte. birçok şey söylendi, birçok kez susuldu 1 senede. şaşkınlık, üzüntü, sevinç, pişmalık, özlem, nefret her türlü. ama değişmeyen şey umut.

elimde olmadan önünden geçtiğim apartmanlardaki kiralık ve satılık daireleri izliyorum. bir an bile olsa oralarda yaşamanın nasıl bir şey olacağını düşünüyorum. manzarayı, ışığın nasıl gireceğini odalara, tavanın yüksekliğini, evin kokusunu ve balkonları. bir ev düşlüyorum hep ve merak ediyorum hangi evde geçireceğimi ömrümü.

1 Nisan 2009 Çarşamba

kırılmış bir oyuncak gibi renkler


jehan barbur'u dinlemeye başladığım andan itibaren başka bir şey dinleyemedim, doyamadım. sevdiği şeyin tükenmesinden korkmasına rağmen sonuna kadar sahip olmak, özümsemek ister insan ya, aynen öyle. bayıldım. bayıldım. bir kuş gibi sesi, biraz bülent ortaçgil, acıklı bir gülümseme. uyku ile uyanıklık arası, yüzü güzel, içi güzel insanlar gibi. dinliyorum ve düşünüyorum. ben burdayım ve bu anda. bir tek sardunyalar eksik, sokakta oynayan çocukların sesi, bir dost sohbeti, papatya çayı, mumlar. gençlik, bahar ve zaman hakkında konuşmak. çok şey eksikken daha bir tam hissetmek gibi. jehan barbur'un sitesindeki hakkında kısmına yazdığı gibi;


"uzun uzun yürünür, uzun uzun konuşulur. ne varılır bir yerlere ne de dönülür geriye. ama hayatımda ihtiyacım olan tek şey istediğim her an geri dönebileceğimi bilmektir sevdiğim şehirdeki en sevdiğim eve. ne doyduğum ne de doğduğum… nefes alıp “ben” olduğum."

31 Mart 2009 Salı

odile, çelimsiz nehir

"from too much love of living,
from hope and fear set free,
we thank, with brief thanksgiving,
whatever gods may be,
that no life lives forever,
that dead men rise up never,
that even the weariest river
winds somewhere safe to sea."

açık renkli elbiseler giyip yabancı şehirlerin sokaklarında dolaşmak, eski kitapçıları gezmek ve içinde tek bir çiçek olan vazonun kırdığı ışıkta koltuğa uzanıp okumak onları, somut şeyleri severek yaşama tutunmak, şen kahkahalar atarak aşkın peşinden koşmak, dur/a/mamak, kederli sevinçler biriktirmek, gülleri ve kışı sevmek, güzel sözler söylemeden, sadece havadan bahsederek aşk ilan etmek, güzel bir akşamda şampanya içerek ölümünü duyurmak, ölümünü gerçekleştirmek ve çekmecede saklamak resimleri, ellerini başının üstüne alıp düşünmek, düşünmek, sevmek ve ölmek. odile olmak ve odile gibi, bir çelimsiz nehir.

29 Mart 2009 Pazar

such great heights

bir gün vardı londra yağmurunda yürüyordum, yol yakın diye açmamıştım şemsiyemi,
bir öğleden sonra odamda yerde oturuyordum, çok sıkılmıştım,
bir gece elimde viskimle tanımadığım genç insanlar arasında dans edip dönüyordum,
bir öğlen sevgili shuffle bana iyilik yapmıştı,
bir akşam kederliydim, makyaj yapıyordum,
bir sabah sinirli sinirli bacağımı oynatıyordum,
bir zaman vardı, zamanı düşünüyordum.

bütün bu zamanlarda such great heights vardı, bir zaman sonra herşeyi sisli ama şefkatle hatırladığımı farkediyordum.

"they will se us waving from such great heights
"come down now" they'll say
but everything looks perfect from far away,
"come down now", but we'll stay."
"sonsuz olanı buradan başka yerde ararız her zaman;
her zaman, varlığın bakışını
şimdiki durumdan ve şimdiki görünüşten başka şeye yöneltiriz;
ya da, sanki her an ölmek ve yeniden yaşamak değilmiş gibi,
ölümü bekleriz.
her an yeni bir yaşam sunulur bize.
bugün, şimdi, hemen,
tutabileceğimiz tek şey budur."

alain

ilkbahar

gündoğumu
yastıktaki çukur
çağla badem
kayısı çiçeği
kırmızı peçete
beyaz şarap
keloğlan çiçeği
deniz levreği
kesik ot kokusu
annesini kaybetmiş kuzu
köz
güneş
incir ağaçı
pişmiş soğan
erkek sülün
sıkılmış bir çocuğun iç çekişi
papatya
sahilde sarılmış sevgililer
hüzün
eski şarkılar
hüzün
yaşüzüm rakısı
özlem
günbatımı
eksiklik
esriklik

27 Mart 2009 Cuma


"... aşk, sevgilinin ötesine de gider. İşte bu sebeple, yüzden karanlık bir ışık süzülür. Bu ışık, yüzün ötesinden, henüz olmayandan, asla yeterince gelecek olmayan, olanaklıdan daha uzak bir gelecekten gelmektedir. Aşkın olandan alınan keyif - neredeyse çelişkili bir deyiştir bu; aşk ne duyumsama olarak yorumlandığı erotik konuşmada ne de onu aşkın olanı arzulama düzeyine yükselten tinsel dilde hakikatle söylenemez. Ötekinin kendi ötekiliğini koruyarak bir ihtiyaç nesnesi olarak görünme olanağı veya ötekinden keyif alma olanağı, aynı anda söylemin hem berisinde hem de ötesinde yer alabilme olanağı, muhatabının aynı anda eriştiği ve aştığı bu konum, ihtiyacın ve arzunun, kösnül isteğin ve aşkınlığın bu eşzamanlılığı, dile getirilebilir olan ile getirilemez olanın birbirine teğet geçmeleri, burada, tam anlamıyla müphem olan erotiğin özünü oluşturur. "

Emmanuel Levinas

26 Mart 2009 Perşembe

medial insula bebeğim

Aşkın, beyinde muhakeme yeteneğini çalıştıran bölümü etkisiz hale getirdiği, beyindeki kimyasallardan serotoninin aşıklarda ve saplantılı kişilik bozukluğu olanlarda aynı seviyede olduğu belirlendi.
İnsanoğlunun en güçlü ve coşkulu ruh hallerinden olan aşkın nörolojik temellerini araştıran nörologlar, bu sevgi ve arzunun yoğunluğunu ölçtüler. Londra Üniversitesi Nörobiyoloji profesörlerinden Semir Zeki, fonksiyonel MRI kullarak yaptığı araştırmada, 17 kişiye önce sevdiği kişinin, ardından da arkadaşlarının fotoğrafları gösterilerek, serebral kan akışları izlendi. Araştırmada insana müthiş mutluluk ve haz veren aşkın, kişilerdeki ”muhakeme yeteneğini yitirdiği” ve "saplantılı kişilik bozukluğuna” neden olduğu ortaya çıktı.
Araştırmaya göre, aşk, beyinde güven, inanç, haz duyma ve ödüllendirme fonksiyonlarını etkinleştiriyor. Aşık olanlarda oksitosin ve vazopressin maddeleri fazla salgılanıyor ve bu da karşıdaki kişiye olan bağlılığı artırıyor. Depomin motivasyon artışına, mutluluk, heyecan, uykusuzluk, kalp çarpıntısı ve nefes darlığına neden oluyor. Norepinefrin de heyecan ve enerji düzeyini artırırken, uyku ve iştahı kaçırıyor.
Aşk, insan beyninde muhakeme ve yargılama yapan bölümleri de etkisiz hale getiriyor. Aşık olan kişiler, sevdiklerine karşı muhakeme yeteneğini kaybediyor. "Aşıkken tamamen kör oluyor” ve aşık olunan kişinin olumsuzlukları beynin bu bölgelerinin çalışmaması nedeniyle görülemiyor.
Beynin ‘zihin teorisi’ olarak adlandırılan ve başkalarıyla farklılıklarını ortaya koyan mekanizması da aşık olunca devreden çıkıyor. Bu nedenle kişiler aşık olduklarıyla aralarında bir ayrım yapmıyor ve onu kendisi gibi görüyor.
Araştırma, aşkın, insanları nasıl saplantılı hale getirdiğini de açık şekilde ortaya koyuyor. İnsanların beynindeki kimyasallardan serotonin seviyesi aşık olanlar da, saplantılı (obsesif kompülsif bozukluğu) kişilerinkiyle aynı seviyede bulunuyor.
Aşk bir yandan kişiye huzur ve güven verirken, diğer yandan ayaklarını yerden kesiyor. Beyindeki ‘medial insula’ bölümü aşkla aktive oluyor. Agresif davranışlarla ilgili bu bölüm aşık kişilerde çalışıyor ve anlaşmazlıkların üstesinden gelmeye yarıyor. Aşk, duygulanım, dikkat, motivasyon ve hafıza ile ilgili beyin alanlarını aktif hale getiriyor. Bu yapıların aktifleşmesi, stresin azalmasına neden oluyor.
Sinir hücreleri arasında hedeflere uygun bağlantıları etkileyen uyarı maddelerinden sinir büyüme faktörü de (NGF) aşkın süresini biçiyor. Ellerin terlemesine ve heyecanın yükselmesine de neden olan NGF değeri tutkulu aşkın ilk zamanlarında yükseliyor. Araştırmada insanın doğası itibarıyla bu tutkuyu sürdüremediği ortaya çıkıyor ve arzunun şiddetiyle doğru orantılı artan NGF değeri en fazla 3 yıl sonra azalıyor.
Aşık olan kişilerde ‘özgür iradenin’ yok olduğunu vurgulayan Zeki, zengin kızın fakir gence aşık olabildiğini belirterek, ”Böylesi durumlarda anne-babalar, arkadaşlar olarak biz rasyonel şekilde muamele etmeye çalışıyoruz. Bu durumda nasihat vermek çok saçma ve vakit kaybı. Bu duruma tahammül etmek gerek. Aşk rasyonel olmadığı için böylesi bir durumda bizim tepkimiz de rasyonellik dışı oluyor” diye konuştu.
Zeki, ”Aşk bir hastalık ama tedavi etmeye gerek yok. Hayatınız boyu devam etmesini istediğiniz bir hastalık. Arzu edilen bir felaket” dedi.
Kadınların, aşkta erkeklere göre daha itinalı ve çok daha verici olduğunu belirten Zeki, erkeklerin ‘karşılıksız alma ve sürekli tüketme’ derdinde olduğunu savundu.
Kadınların psikolojik açıdan erkeklere oranla çok güçlü olduğunu ifade eden Zeki, kadınların aşkının daha uzun sürdüğünü, ancak vazgeçtikten sonra da daha kolay unuttuklarını söyledi.

kaynak: http://saglikbilgisi.gen.tr

23 Mart 2009 Pazartesi

reminder

istanbulda olmak için bin türlü delilik yapabilceğim bir gecede,
fairuz derinbulut konserinde,
ali tekintüre'nin hatırlattığı gibi;

''bize gelenler uzaktan gelmedi. başımıza ne geldiyse yakınımızdakilerden geldi.''

sabah 10 rakısı gibi, körfez manzaralı.

20 Mart 2009 Cuma

o değil de
yazmak istediğin bir şeyi yazmaya üşendiğin zaman
anlaşılır ki
gerek yokmuş yazmana

yazmak değil de
konuşmak ister bazen insan
karşısındakinin dirseklerine dokunarak
ve bakarak gözlerine
dudaklarına

her şey için çok geç demek için
asla çok geç değildir

bahar ansızın gelmez
kışın içinde bile vardır hayali
ve bilinir güzelliği kiraz çiçeklerinin
bu yüzdendir ki
hiç zor değildir beklemek

keşke'lerle kurmaktansa hayatı
inanmak güzelin geleceğine
saracağına inanmak, sonsuz sıcaklığına
ve izlemek günleri
nefes biriktirerek ona fısıldayacağın şarkılar için
bir gündoğumu
ya da bir günbatımı.

14 Mart 2009 Cumartesi

yankı yazgan

9 Mart 2009 Pazartesi

ella'nın duası

"Aşk, ella'nın ömrünün o durgun gölüne gaipten düşüveren bir taş misali indi. Ve onu sarstı, silkeledi, darmadağın etti.
Bir taş nehre düşmeyegörsün, pek anlaşılmaz etkisi. Hafiften aralanır, dalgalanır suyun yüzeyi. Belli belirsiz bir tıp sesi çıkar; duyulmaz bile akıntının ortasında, kaybolur uğultuda. Hepi topu budur olduğu olacağı.
Ama bir de göle düşsün aynı taş... Etkisi çok daha kalıcı ve sarsıcı olur. O taş var ya o taş, durgun suları savurur. Taşın suya değdiği yerde evvela bir halka peyda olur; halka tomurcuklanır, o tomurcuk çiçeklenir, açar da açar, katmerlenir. Göz açıp kapayıncaya kadar, ufacık bir taş ne işler açar başa. Tüm yüzeye yayılır aksi, bir bakmışsın ki her yeri kaplamış. Çemberler çemberleri doğurur, ta ki en son çember de kıyıya vurup yok oluncaya dek.
Nehir alışkındır karmaşaya, deli dolu akışa. Zaten çağlamak için bahane arar ya, hızlı yaşar, çabuk taşar. Atılan taşı içine alır; benimser, sindirir ve sonra da unutur kolaylıkla. Karışıklık onun doğasında var, ne de olsa. Ha bir eksik ha bir fazla.
Gel gelelim göl hazır değildir böyle aniden dalgalanmaya. Tek bir taş bile yeter onu altüst etmeye, ta dibinden sarsmaya. Göl taşla buluştuktan sonra bir daha asla eskisi gibi olmaz, olamaz."

ve bir dua dökülür gölüne taş düşmüş ella'nın dudaklarından, daha çok ellerinden:

"Ya aşkı öğret bana, ya da aşkın yokluğuna üzülmemeyi."

elif şafak

8 Mart 2009 Pazar

hopeless emptiness

"the hopeless emptiness? now, you’ve said it. plenty of people are on to the emptiness, but it takes real guts to see the hopelessness... wow." - revolutionary road

richard yates’in romanından uyarlanan revolutionary road beni çok etkiledi. düşünmeden, sorgulamadan duramıyorum.
iki insanın birbirlerini harcamadan sıradan olanın, yani sistemin, dışına çıkmaları mümkün mü? ben cevap veremiyorum, korkuyorum, inancımın sarsılmış olduğunu görmek canımı acıtıyor. hikaye hep aynı, zamansız ve mekansız mastar halinde devam ediyor: genç, güzel ve birbirine aşık olmak, özel olduklarına ve hayatlarına kendi idealleri doğrultusunda yön vereceklerine, çok mutlu olacaklarına inanmak. sonra zaman, dünya ve insanın akışının aleyhe çalıştığını görmek. istemedikleri insanlar olduklarını fark ettikleri an can çekişmek ve kaybetmek.

hayatı istediğimiz gibi, olması gerektiğini bildiğimiz biçimde yaşayamıyoruz. eninde sonunda zamanla içi boşalan iyi niyetli hayaller, asla verilmemiş sözlere bağlanan umutlar ve kırıklık kalıyor elimizde. hep aynı umutsuz boşluk. umutsuz, boş. hep, aynı. biz bu boşlukta oyalanıyoruz ve yalanlar söylüyoruz. sahte gülümsemelerle, değişen kıyafet ve maskelerle kalabalığa karışıyoruz. yalanlarda ustalaşıyoruz üstelik. en çok da kendimize söylediklerimizde.

April: "Tell me the truth Frank, remember that? We used to live by it. And you know what’s so good about the truth? Everyone knows what it is however long they’ve lived without it. No one forgets the truth Frank, they just get better at lying."

6 Mart 2009 Cuma

smile

http://fizy.org/yACbI1A_gN@d

bugüne kadar "mona lisa smile"ı neden ve nasıl izlemediğimi düşünüyorum, bir de kadın olmaktan ne kadar mutlu olduğumu.

"çılgın kalabalıktan uzak"tan

"kimileyin bir şeyi yakından ve uzun uzun inceleme fırsatımız olsa da, onu gözle değil yürekle görürüz, yüreğimizin isteğine göre biçimlendirir, renkler ekleriz."

"insan, vazgeçmek için kendini zorladığı şeye aynı ölçüde sadık kalıyor."

"genç kızın gidişiyle oak'a gösterdiği çare olan ayrılık, belli yaradılıştaki insanlarda umulan sonucu veriyorsa da; diğer insanlarda, hele ki sevgileri olağan ve durgun görünse de köklü ve kesintisiz olan insanlarda, uzaklardaki sevgilinin kusursuz bulunması sonucunu doğurabilir."

"uzun uzun düşünüp bir plan yaparak, onu uygulamaya koymak için uygun zamanı beklemektense, her şeyi talihe bırakıp ne denk gelirse rıza göstermek, ne yapacağını ona uygun düzenlemek daha iyidir."

"felaketler insanın korku duygusunu işlevsizleştiren en iyi ilaçlardır."

"insanlar bir şeyin tekrarlanacağına öyle inanırlar ki, bu duygu onlarda bir kesinlik halini alır."

"erkeğin en saf olduğu zamanlar, sevdiği ya da sevmekte olduğu kadının cazibesini dinlediği zamanlardır. bir çocuk bile bir şey söylese, bir bilgenin fikirlerini dinler gibi dinler. artık içi rahattır."

"her devinim, her bakış, her sözün bilinen anlamı dışında sırları olması gerekirdi."

"bir kötülüğe izin vermeme arzusunun vaktinde duyulduğuna az rastlanır."

"aşkı ideal haline getiren büyük yardımcılar burada hazırdı: onu tesadüfen, kimi zaman uzaktan görmek, onunla kişisel ilişkisinin olmaması, göz tanışıklığı olması, söz yabancılığı çekmesi. sevenle sevilenin birbirlerini ziyaret edecek halde olmaması, tavır ve davranışlardaki maskeler."

"sessizliğin bazen tuhaf bir özelliği vardır; duygunun çerçevesinden kurtulmuş, aylak, çıplak bir ruha benzemek. öylesi anlarda sözlerden daha etkilidir."

"en temiz sevgilerin, en eşsiz sunumları hiçbir zaman eliaçıklıktan kaynaklanmaz, yalnızca benliği doyurma arzusundan kaynaklanır."

"karşılıksız bir sevginin bilinçsiz hareketlerine katlanılabilir; insana keder ve iğreti bile verse. çünkü hakarette bir utku, mücadelede bir hoşluk vardır."

"genç kadına güçlü bir zincirle değil, koparıp bozmaktan acı duyduğu hoş bir iplikle bağlıydı."

"cisimlere renklerini verenin soğurdukları değil, yansıttıkları ışıklar olduğunu öğreniriz. aynı biçimde insanlar da kin ve düşmanlıklarıyla renklenirler. özellik olarak iyi niyet hiç dikkate alınmaz."

"anımsama bir beceri değil, bir hastalıktır; ve beklemekse biricik rahat biçiminde, inanç halinde, hemen olanaksız bir şey olduğu gibi, umut ve tali oluşumlar sayılan sabır, merak ve karar, zevk ve acı arasındaki sürekli bir dalgalanıştır."

"yapma olanağının sınırlanması, bundan zarar gören için kayıp değildi. bir şeye hiçbir zaman sahip olmamış bulunmak, o şeyden mahrum olmak anlamına gelmez."

"-beni ancak geçen gece gördünüz.
-bunun önemi var mı? yıldırım da işini çabuk görür."

"aşk koşullara boyun eğer."

"kadınlarda, erkeğin çözümleyemediği anlamsızlıklar içinde en tuhafı, kadının yalan olduğunu bildiği iltifatlara inanma konusundaki şaşılası özelliktir; elbette doğruluğundan emin olduğu eleştirilere karşı alabildiğine kuşkulu davranışı dışında."

"insanoğlu kendi kendisiyleyken bile, üstüne iki kez yazı yazılmış bir kağıt gibidir: bir görünen yazı vardır, bir de altta kalan yazı."

"moral gücünü tek yöne gitmeye ayıran birinin dönüş için gücü ve isteği kalmaz."

"aşk katı gündelik gerçeklerin arasındaki çatlaklarda filizlenir."

thomas hardy

5 Mart 2009 Perşembe

ne olurdu birazcık güneş olsa.
kendimi iyi hissetmeye ihtiyacım var.
yine de körfezin dalgacıklarına dalmak, vapurları izlemek güzel şey.
insan geçmişini sorgulamaktan öte hatırlıyor böyle zamanlarda, gelecek günlerin neler getirceğini düşünüyor bir de.
son umut bile umuttur ya, öyle.

öğlen vakti rakı içmek istiyorum şimdi.
dertli dertli, bir roman kadını gibi yarım gözlerle hayattan söz etmek istiyorum.
açılan ve kapanan, kapanan ve açılan kapılardan, kapı aralıklarından, pencerelerden ve perdelerden konuşmak.
iyilik ve güzellikle anmak insanları.
bir şeyin bitişi gibi değil, devinimli başlangıçlar gibi zamanı düşünmek.
zenginleşerek güzelleşen, dallandıkça uzaklaşan bir şey.
üstünde pembe mor çiçekler taşıyan fidan, yanar döner bir kelebek, suyu eskimiş bir vazo, kuş kanadı zaman.

3 Mart 2009 Salı

güneş gözüme giriyordu sabah, şimdi battı.
ağladım, sonra geçti.
yorgunum, uykum var, içim sıkkın.
"çılgın kalabalıktan uzak"ı da bitirdim.
üstüne ne okumak yaraşır bilmiyorum.
gün sayıyorum ama ne için, onu da bilmiyorum.

bu da böyle bir günmüş.

25 Şubat 2009 Çarşamba

özlemek

özlemek yalnızlığa mahsus değil.

güzel bir manzaraya bakarken, muhteşem bir şarkı keşfettiğinde, bir gözyaşı dolduğu halde akamazken ve kahkaha atarken hep bir şey özlüyor insan.
geçmişten birini, yan apartmandan bir yabancıyı, bir sevgiliyi, bir dostu, bir zamanı ya da bir yeri işte.
gündelik işlerle oyalanıp özlemlerimizi sustuyoruz durmadan, ne yazık dindiremiyoruz fakat.

24 Şubat 2009 Salı

istemek

ben de tulipmania'ya kapılmak istiyorum mesela,
varımı yoğumu bir lale soğanına vermek,
gözüm olsun, düşüm olsun diye.

çok sevmek istiyorum,
bir kişiyi diğer bütün kişilerden üstün tutmak, sebepsiz
uzak bir şehirde, kimsesiz bir sokakta yürürken üstümden bir kuş uçsun istiyorum,
o an aşkımdan gözlerim dolsun diye.

23 Şubat 2009 Pazartesi

"tüm kalıcı öyküler, içinde dev gibi bir ağacın uyumakta oluğu bir tohum gibidirler. bu ağaç bizim içimizde büyür ve gölgesi belleğimize düşer."

Adam Öykü

20 Şubat 2009 Cuma

elliot smith - i better be quiet know

ve ben bilgisayarın ekranına bakıyorum. arkamda körfez, güneş batarken benim ekranıma yansımış, yanında ben: bir gölge figür. aklımdan geçenlerle gönlümden geçenleri birleştirebildiğim noktada çözüleceğim yerde düğümler atıyorum üst üste. bitmeyecek bu oyun.

8 Şubat 2009 Pazar

"bu gene geçmişin baştan çıkarıcılığı olsa gerek. şu anın geçmiş zaman olmasını bekle. ne denli mutluyduk anlayacaksın."

susan sontag - ben, vesaire.

7 Şubat 2009 Cumartesi

"ölü erkek kuşlar"dan

"aşk da bir örgütlenmedir."

"ben içinde bulunduğum anda ayırdına varamam mutlu olduğumun. ama belki on yıl sonra bir sabah uyanırım ve bu anı anımsarım."

"acıyla besleniyordum belki de."

"kim öğretmişti bana sevmenin tükenmekle eşanlamlı olduğunu?"

"aşk içinde yarattığımız insanın o insan olmadığını, onda var saydığımız değerlerin birine bile sahip olmadığını anlamamız niye bu kadar uzun sürüyor, diye soruyorum ona.
aslında uzun sürmüyor, görüyoruz ama kabul etmek istemiyoruz, diyor."

"sevmeyi ölçüye vuramaz insan."

"yaşamın en temel gerçeğinin yalnızlık olduğunu kavrıyorum. insan bu temel üzerinde yükseliyor. yalvarma, ağlama ve yemin etme. kapılarını kapat. öyle sıkı kapat ki bir daha kimse, hiçbir zaman senin o zedelenmiş yalnızlığına adım atamasın."

"insanın mantık ve duygu eğrileri birbirine paralel çizgiler halinde gelişmiyor. mantık eğrisi hızla yükselip gerçeği görüyor, oysa duygular ağır seyrediyor. mantık erkek, duygular ise dişi bir seyir izliyor senin anlayacağın."

"bulaşık tasında köfte karılmaz."

"fark eder mi? fark etmez'lerle acılarını, yoksunluklarını gizlemeye uğraşıyorlar, acıyı bile gülünç bulmaya, önemsememeye, en azından başkalarına karşı önemsemez görünmeye çalışırlarken daha çok yakıyorlardı kendi canlarını."

"erkekler zayıftır. bencil, korkak ve ikiyüzlüdürler. zavallılar kendi erkekliklerini taşımakta nasıl da zorlanırlar. bu arada içten içe sezerler kadınlardan hiçbir biçimde üstün olmadıklarını ve korkularını bastırmak, gizlemek için kabalaşırlar. sevgisizlik onları hainleştirir."

"bize bakıyor. sezmesin kimse ruh inceliğini, gerçekte kırılıp dökülür olduğunu, kabuğunu ne kadar kalınlaştırmış olursa olsun zedelenmeyecek kadar sertleştirememiş olduğunu diye, nasıl olması gerekiyorduysa öyle olabilmiş gibi bakıyor."

"aynalar gerçeği değil, kendi gözümüzdeki bizi yansıtıyor. tek başına anlamı olmayan bir şey güzellik. insanın genel havası, kişilik."

"her şeyin baştan aşağı yanılgı olduğunu anlamama kadar geçecek süre içinde yaşayabileceğim güzellikler çekiyor beni."

"bir yerlerde oynanıp duran oyunlar bunlar. benim bilmediğim kuralları, kuraldışı, kesinlikle söze dökülmeyen özel davranış biçimleri, görülenden farklı anlamlar taşıyan işaretleri olan oyunlar. birtakım insanlar bu oyunları, kanıksama ve sıkıntı dolu yaşamlarını çekilir kılmak için oynuyorlar."

"aşk, büyüklerin oyunu, yeniden çocuklaşmak, büyü, rengi atmış yaşamlarımızın çocukluktaki parlak renklerle dolu dünyaya dönüşmesi birden."

"hiçbir zaman bitmez, diyor, ellerime bakarak. çok sonraları, başkaları, başka kaygılar, başka sevgiler olduğu zaman bile bitmeyecek bir şey bu. anımsayabildiğimiz sürece aynı tazelikte kalır bu an."

"bir insanı sevmenin, tutkuyla sevmenin son noktasında beklentilerin uyuşmazlığı keskin bir biçimde ortaya çıkıyor ve o noktadan sonra nefret boy vermeye başlıyor."

"hiçbir erkek, kadınların sandığı kadar güçlü ve dayanıklı değildir."

"bundan sonra kimseyi sevmeyeceğim. hiçbir erkek dokunamayacak bana. sakınmanın ve esirgenmenin ne olduğunu öğreneceğim."

"uzun süre istanbul'a dönmeyeceğim. benim gibi modası geçmiş aşklar yaşamayan, günün moda insanlarının orası. gündelik birlikteliklerin taptaze, aşınmamış duygularıyla yaşlanmaya direnen, benliklerine ve belleklerine aşkın yüceliği kazınmamış özgür kadınların. ben geri kalmış biriyim.
zayıflıklarını geceleri buruşuk çarşaflar üstünde, bar masalarında ve kapı önlerinde hoyratça çözüp dağıtan biricik, vazgeçilmez erkeklerin o kent. ince bir kadının bir aynanın karşısında saçlarındaki firketeleri çıkarırkenki kırılganlığını göremez olmuş erkeklerin."

"nicedir kendimi bunca yürekli bulduğum olmamıştı. bunca yorgunken bunca kahraman. bunca acı çekerken bunca iyimser, bu kadar hüzünlüyken böylesine mutlu."

"çoktandır olabileceklerle gerçek olaylar, yaşanabileceklerle düşlenebilecekler arasında büyük çelişkiler ve aykırılıklar olmadığını biliyorum artık. hem sonra anlatılması gerekenler olup bitenler, olup bitecekler değil; herkes biliyor bunu. önemli olan bu dünyada insanın düşebileceği ve düşleyebileceği tüm tuzakları görebilmek."

inci aral

5 Şubat 2009 Perşembe

bugün, öğleden sonra tam da kurabiye yaparken içime bir sıkıntı düştü. tam göğsüme. ben burda ne yapıyorum sorgulaması derinden, zaman harcamayı amaç edinmiş hayatımın bir küçük boşluğunda yakaladı beni. olmak istediğim yerde değilim, istediğim gibi hissetmiyorum ve yaşamıyorum hayatı, istediğim gibi olamıyorum nedense. oturduğum yerde küçülüyorum, ölüyorum giderek.

30 Ocak 2009 Cuma

pembe karanfil

Sus diyorum, ama susma sen. Yapma diyorum, ama belki yapsan daha güzel. Damlalar vuruyor cama, hırçın rüzgar, gökyüzü bir şey söylemek ister gibi. Duyma. Kapat perdeleri diyeceğim, ama kapatma da görsün dünya nasıl ılık öptüğünü beni, nasıl korkarak dokunduğunu bana, nasıl parladığını gözlerinin o loşlukta. Ve uzaktan alsın kokusunu kulağıma taktığın pembe karanfilin. O karanfil ki, yarına solar rengi, çürür, ölür hatta belki; ama hep taze kalacak düşlerimizde. Dünya bizim yerimizde olmak isteyecek o zaman. Dünya, bazen dost, çokça düşman.
Git diyorum, ama gitme sen. Seni nasıl istediğimi gör. Bakışımı hapset içine, kilit vur, kaçmasın desem de aç sen kapılarını sonsuza. Gözyaşıma doy.
Yarımın bütünden daha çok olduğu zamanlara gidelim. Saçlarımızın ıslak, gözlerimizin ıslak olduğu günlere, gecelere. Geçmişimizin ateşini yakalım, umudumuzu serip üstüne yatalım, korkularımıza sarınalım, deli suskunluğumuz olsun kapımızda bekleyen ve özlemimiz dursun hep koynumuzda. Her şey biz, her şey bizim olsun.
Sevme diyeceğim, ama sen yine de sev beni. Bakma dediğimde bak. Sarma dediğimde sar. Sorma dediğimde sor. Ellerimdeki ışığa önce tutun, sonra bırak. Bu, güzel bir an. Ve daha güzeli yok.